BEDİRHAN GÖKÇE




MİSAFİR ODASI
Yirmi yıl önce, on yaşımdaydım…
İlk mektebin 3/A sınıfındaydım.
Sırtımda kara önlük, boynumda ak yaka,
Elimde ağabeyimden kalma yırtık bir çanta,
Çakılıp kalmıştım evin giriş kapısında…
Şaşkınlığım, fırtınalar koparmıştı dimağımda…
Ne çok ayakkabı vardı böyle,
Ne çok ses vardı içeride…
Bir teyze, beni kapıda görünce,
Eğildi boyumca…
Korku doldu birdenbire içime, gözlerime bakınca…
Ne oluyordu, bütün bunlar neyin nesiydi?
Kardeşlerim, annem, babam nerdeydi?
Şaşkınlığım, beynimin her yerindeydi!
……….
Soldaki ilk oda, misafir odasıydı.
Misafir odasından duyduğum tek şey, hıçkırık sesiydi!
Elimden tutup, dip odaya götürdüler…
Giderken, içeri bakmak istedim, “Annen öldü” dediler…
Gözümü açtığımda dip odadaydım…
Ömer, Emine ve ağabeyim oturuyordu.
Yer sofrası kurulmuş, boş tabaklar duruyordu.
Ağabeyim ağlıyor, Emine bana bakıyor,
Ömer, tabakla oynuyordu…
Ölüm nasıl bir şeydi o yaşımda bilmezdim.
“Annen ölecek” deseler, hiç ihtimal vermezdim.
Babamı kimse dövemez, annem ölmezdi!
Şimdi iyi biliyorum ama,
On yaşında bir çocuk, bunu asla bilmezdi!
………..
Babam yan komşudaymış…
Erkekler orda toplanmış!
Koşup gittim yanına,
Anlam veremediğim bu olup bitenler adına,
Belki, anlamlı bir şeyler söylerdi bana…
Derin derin çekiyordu sigarasını
Ve yere bakarak, eliyle çeviriyordu kül tablasını…
“Baba, annem öldü mü?” dedim,
Nemli gözleriyle gözüme bakıp,
“Yemek yedin mi?” dedi…
Belki söylemek istemedi, belki de söyleyemedi…
Sigarasını çekerken, başını yeniden önüne eğdi.
……….
Sabaha kadar biri girip biri çıktı misafir odasına…
Çok dinledim, hiç benzer ses yoktu annemin sesine.
Göremedim ama yudular, yıkadılar,
Kefenleyip, annemi bir tabuta koydular…
“Gidiyor musun Anzılham?” diye ağlarken babam,
Annemi, bahçe kapısından çıkardılar…
…………..
Cenazeden sonra gelen giden çok oldu.
Bir ay sonra, herkes birden bire yok oldu…
Ömer altını ıslattı, bezi bağlanmadı.
Emine’nin saçları hiç taranmadı.
Başımı okşayan, beni seven olmadı…
Ağabeyim, ağabeydi, o günden sonra bir daha ağlamadı…
………….
On dokuz yaşımda evlendirdi beni babam.
Karım, can kuşum, evimin yıldızı,
Yirmi yaşımda kucağıma verdi, nur topu gibi bir kızı…
Kızım, eylülün on dördünde doğdu.
Babam, adını Anzılha koydu…
Ben “annem” dedim, babam “Anzılham”…
Oturup ağladık hasretten, mutluluktan…
…………..
Yıllar böyle geçti, böyle geçecek sandım!
Yirmi yıl önce, on yaşımdaydım…
İlk mektebin 3/A sınıfındaydım.
Şimdi kızım on yaşında 3/A sınıfında.
Çakılıp kaldı evin giriş kapısında…
Ben, yan komşuda!..
Annesi, karım, can kuşum, evimin yıldızı,
Misafir odasında…















HAYAT SEN NE SİRİNSİN
Sana doymak mümkün mü hayat
Hayat sen ne şirinsin
Anca herkesin değil sen hayatın kadrini yalnız bilenlerinsin
Kendisini dünyada hiç kez umut görmemiş ancak
Ancak ömrünü beraber paylanmamış
Ömür paylandığı vakit diyorum kime ne düştü
Üç yüzyıl boz tarlaya, on yıl şahine düştü
Hayat sen ne şirinsin
Kim senden doydu gitti
Gidenler bu dünyada kalbini koydu gitti







ALIŞAMADIM YOK OLUŞUNA
Nice zaman oldu ey sevgili sana iki satır yazmayalı
Yazmayalı konuşmayalı nice zaman
Kaç mevsim, kaç yağmur sonrası
Kaçıncı cemrenin kaçıncı kez ruhuma yağışı
Kaç tipi, kaç fırtına
Gittiğin günü unuttum ama
Sırtına dökülen saçların
Gözyaşlarını kurutan parmakların
Peçete bozgunu parçalanmış mendil parçaların
Siyah kazağın, beyaz gömleğin, çantanı sırtına hızla atışın
Hala aklımda.
Hala aklımda dünyanın başıma yıkıldığı an
Giderken bıraktığın son hatıra
Gitmen gerekiyordu gittin
Bitmen gerekiyordu ama bitmedin.
Bizi ölüm ayırırdı ancak
Yaşarken öldün ama, yine gitmedin
….
Acıklı bir şarkının nakaratı kadar bile değilim artık
Hüznüm bana aşina, ben yüzüne aşina
Ama ne bileyim işte şairin dediği gibi
Bir türlü alışamadım yok oluşuna…!






Korkuyla Umut Arası
Bilinmeyene yürümek garipti
Hayat belki de
Bilinmeyene yürümekten ibaretti
Bir sonraki
Atılıp atılamayacağı
bilinmeyen bir adımın
Götürüp götüremeyeceği
bilinmeyen bir yolun
Sonundaki bilinmeyenlerden
oluşuyordu herşey
Ve hiçbirşeyi önceden bilmek
mümkün değildi
Aslında yürütülmekti
sonunu bilmeden yürümek
cesur atılmalıydı adımlar
korkuyla umut arasında
Güneş açar
ya da yağmur yağardı.
Deprem ne zaman nereyi yıkar
belli olmazdı
En iyisi hazırlıklı olmaktı herşeye
Umudu ve korkuyu elden bırakmadan…
Kimin ne zaman, nerede, ne kadar olacağı
belli olmadan.
Önemli olan
bir yerlerde olduğumuz sürece
oranın hakkını vermek
ve geride birşeyler bırakmaktı.
Bir iş, bir eser ya da bir iyilik,
Belki de kıyamet
son iyilik yapıldıktan sonra kopacaktı.




Hiç yorum yok: